​HEP BİRLİKTE OYNAYALIM


​HEP BİRLİKTE OYNAYALIM

Köy tadında bir şehirde geçti çocukluğum. Sağımız, solumuz beton değildi. Oynamak için parklar aramıyorduk. Spor tesisleri kavramını hiç duymamıştık. Hemen her sokaktan geçen akarsular, akarsuların etrafında incelemekle tüketemediğimiz otlar; yağlı menekşe, papatya gibi bakmaya doyamadığımız çiçeklerin bize sunulduğu rengarenk bir doğa…Ayrıca bu akarsular sayesinde havuz ya da deniz özlemi de hiç duymadık. Kocaman kocaman meyve bahçeleriyle dolu, yine kendisi de kocaman olan bahçelerdeki evler… Cadde ve sokaklardan araçların çok nadir geçmesi, yabancı ve kötü amca ve teyzelerin bulunmadığı zamanlar olduğu için “Gözümün önünde oyna ! “ yasağının bulunmadığı , serbest, bize göre sınırsız oyun alanları…Havanın kararmasından endişe duymayan aile büyükleri…Televizyon denilen kara kutu mahallemize girene kadar sokaklar akşamları da bizimdi. Yaşları birbirine yakın olduğu için arkadaş aramadan birlikte oynayabilen, doğal olarak da mahallenin diğer çocuklarının da aramıza katılmak istediği yedi kardeştik. Hava güzelse : Aç kapıyı Bezirgan Başı, mendil kapmaca, evcilik, ağaçlarda akrobatik hareketler, ağaçlara kurulmuş salıncakta sallanma, istop, ip atlama, misket, saklambaç, elim sende, bisiklet tekeri sürme yarışması ,… Hava yağışlı ya da çok soğuksa evde : Beş taş, üç taş, isim-şehir, el üstünde kimin eli, haritada şehir bulmaca, öğretmencilik gibi bol seçenekli bir dünya oyunumuz vardı. Cicili oyuncaklarımız yoktu. Oyunlarımızda olabildiğince özgür ve şendik. Son zamanlarda en çok çelik-çomak oynar olmuştuk.Çelik- çomakla eğleniyor, yarışıyor ve spor yapıyorduk. Günümüzün beyzbol, tenis, golf, basketbol sporlarının hepsini bu oyunla yapmış oluyorduk. Çomak adını verdiğimiz kalın, bir ucu yontulmuş ( kalem ucu gibi sivriltilmiş), yaklaşık 70 santimetrelik uzun sopayla ; çelik adını verdiğimiz ince, iki ucu yontulmuş, yaklaşık 30 santimetrelik sopamız Ali’nin elindeydi. Hatice grupları belirlemek için tekerlemeye başlamıştı bile: “ İğne miğne/ Ucu düğme/Fil filince/Kuş dilince/ Horoz öttü/ Tavuk tepti/ Bülbül kıza selam etti / Al çık, bal çık / Sana dedim, sen çık ”. Gruplar belirlendi. Oyuna ilk önce hangi grubun başlayacağını belirlemek için Ahmet’i seçen grubun karşısındaki grup da Fatma’yı seçmişlerdi. Düz zemine açılan çukura koydukları çelik , sırayla Ahmet ve Fatma tarafından çomakla fırlatıldı. Yine Fatma’nın çeliği daha uzağa gitmişti. Fatmaların grubu oyuna başlayacaktı. Bu arada Murat, oyuncu gruplara yaklaşarak cılız bir sesle : “ Ben de…” derken, cümlesinin tamamlanmasını bile beklemeyen çocukların çoğu: “Hayır! “ diye bağırdılar. Hava, elindeki çomakla, çukurun üzerine yerleştirdiği çeliği karşı grup oyuncularına doğru hızla attı ve çomağı yere bıraktı. Karşı gruptan Osman, Hava’nın attığı çeliği havada kapmış, böylece grubuna hem sayı kazandırmış hem de Hava’yı oyundan çıkarmıştı. Çeliği atma sırası Osmanlara geçmişti. Osman’ın attığı çeliği yakalayamadık, fakat Fatma çeliği düştüğü yerden, çukurun üzerine yatay konulan çomağı vurmuştu. Böylece Osman oyundan çıkmış, durumu eşitleyerek oyun sırasını kapmıştık. Bizim gruptan Barış’ın attığı çeliği ne havada yakalayan ne de atınca çomağı vuramayan arkadaşlardan “Yakına düşse bari…” sesleri yükselmeye başlamıştı. Barış çomakla çeliğin havada kalan ucuna vurarak çeliği çukurdan mümkün olduğunca uzağa götürmek için üç vuruş hakkını bitirdiğinde , isabetli vuruşları sayesinde çeliği çukurdan yeterince uzaklaştırabilmişti. Çukurla çelik arasındaki mesafeyi, uzun atlamada en çok başarılı olan Bahar bile atlayamamıştı. Oyun her zamanki gibi heyecanlı bir tempoyla devam ediyordu… Bir ara gözüm Murat’a takıldı. Toprak duvarın tepeliğinden çektiği kamışlardan yapmış olduğu okla, hedef vurmaca oynuyordu kendi kendine… O sabah mahalledeki garip sessizliğin ve derinden derine gelen iniltilerin sebebini anlamamız uzun sürmemişti. Bir garip kalabalık vardı , durgun görünen bu insanlar sessiz çığlıklar atıyordu gözyaşlarıyla. Ardı sıra omuzlarda yükselen eşyaların kamyonun kasasına yüklenmesine bakakalmıştık. Muratlar taşınıyor, ailesi komşularla vedalaşıyordu. Üzüntü ile olabildiğince koşarak uzaklaşmıştık. Öğrenmiştik ki Murat oyuna almadığımız için yine kendi kendine oynayacağı ama tehlikeli bir oyun bulmuştu. Yoldan geçen bir at arabasının arkasına sarkacam derken dengesini kaybedip düşmüş ve başını çarpmıştı. Ayaklarının üzerinden geçen tekerler de onu engelliler sınıfına almıştı.Yeni bir başlangıç için, biraz da uzun yıllar sürecek hastane masraflarını biraz olsun hafifletebilmek için büyük şehre göçüyorlardı. Murat’ın son bakışını hiç unutamadık. Bizimle oynamasına neden izin vermemiştik? Oyun bozan değildi, kavgacı değildi. Sadece birazcık yavaştı.Üstelik bize karşı hiçbir zaman kırıcı da olmamıştı. Bu acı tecrübeden ders almıştık. O günden sonra isteyen her arkadaşımızı oyuna almayı, oynama arzusunu dillendiremeyenleri de oyuna davet etmeyi öğrenmiştik. Bu arada Murat’ın adresini öğrenip sırayla her hafta birimiz mektup yazmaya başlamıştık. O da cevap yazmaya başlamıştı. İyileşince mutlaka geleceğini söylüyordu… Aradan ne çok yıllar geçmişti. Kızımın “Hadi baba, çabuk!” sesiyle kendime geldim. Okulun bahçesinde cıvıl cıvıl çocuklar yine Murat öğretmenlerinin etrafına toplanmıştı. Kısa bir süre sonra kızım da bu mutlu kalabalığın arasındaydı. Murat daha öğretmen olmadan o kadar çok şey öğretmişti ki bize. En büyük kazanımlarımızdan biri de insanlar hakkında ön yargılı davranışlarımızdan vazgeçmekti. Fadimana CAN